YENİ BİR YAZAR KEŞFEDİN
Demet DURMUŞ
Kitap Seçkilerim
Kendimi bildim bileli okumayı seviyorum. Bazen öğrettikleriyle, bazen edebi yönüyle, bazen yaşattığı merak veya heyecanıyla farklı nedenlerle bile olsa beni etkileyen kitapları hakkında bir biraz söz etmeye çalıştım.

Beyaz Zambaklar Ülkesinde -
Grigoriy Petrov
Bu kitap öyle bir kitap ki, doktorundan mühendisine, işçisinden işverenine, öğretmeninden öğrencisine, büyüğünden küçüğüne, kadınından erkeğine bir toplumu oluşturan her kim varsa hepsinin ama hepsinin okuması gereken, camisinden üniversitesine, okulundan derneğine, şehrinden köyüne kadar bir toplumun her ama her yerinde okutulup üzerinde düşünülmesi gereken bir kitaptır. Zaten bu kadar değerli bir kitap olmasaydı canım manevi babam (Atatürk’ten bahsediyorum – onun kızı gibi hissettiğim için kızı sayılırım) askeri okulların müfredatına konulmasını emretmezdi.
Kitabın benim gözümdeki değeri edebi dilinden, içindeki öyküsünden veya Atatürk’ün okuyunca hayran kalmasından filan gelmiyor. Bu değer direk olarak kitabın özünden, aktarmak istediği felsefeden ileri geliyor (ki kendi yazdıklarım da aynı felsefeyi taşır). Okuyunca “işte gerçek kılavuz budur” dedirten ve üzerinde düşünüp her alanda yaşantımıza geçirmeyi arzulatan bir kitap. Bu arzu insanda bir defa uyanırsa gerisi kişinin her gün, her an kendine hatırlatarak yaşamına dökebilme becerisine kalmış. Nasıl yaşanmalıdır, din nedir, siyaset nedir, insan olmak nedir, toplum olmak nedir, hakikat nedir – sorular soran insanlarımıza çok güzel bir kaynak. Üstelik eski basımları üç veya dört liraya satın alabiliyorsunuz. Lütfen alın, okuyun, okutun.
Kitabın yazarı Grigoriy Petrov 1866’da Petersburg’da doğmuş, ilahiyat eğitimi almış fakat kalıplarla örtülmüş dincilik yerine kalıplardan arınmış hakiki dindarlığı benimseyip, hayatını bu felsefeyi geniş halk kitlelerine aktarmaya adamış bir aydındır. “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” elverişsiz fiziki ve toplumsal koşullara rağmen “Finlandiya” gibi küçük bir ülkenin silkelenmesini ve cehaletten sıyrılıp güçlü bir ülke haline gelmesinin öyküsünü anlatır. Bu öyküyü Petrov son derece akıcı bir dille ele almıştır. Finlandiya’yı Rusya’nın ve İsveç’in arasında sıkışmış, ezilmiş bir halk olmaktan uyandıran kahramanları ve onların çabalarını destansı bir dille aktarmıştır. Araştırmalara göre gerçeklik payı çok olmakla beraber kitapta bahsi geçen kahramanların yaptıkları bire bir tutarlı değildir. Fakat kitabın anlatmaya çalıştığı şeyin yanında olayların, kahramanların, teferruat tutarsızlıkların hiçbir önemi yoktur. Zaten okurken kitapta bahsi geçen Finlandiya isminin yerine Türkiye, Hıristiyanlık isminin yerine Müslümanlık veya Snelman isminin yerine Mustafa Kemal’i koyabilirsiniz. Kitabın anlattığı hakikat de tıpkı tarihin kaydettiği gibidir; farklı millet veya isimler gelir geçer ama tekrar edenler değişmez. Özünde hakikat birdir.
Kitap toplam 229 sayfa fakat ilk 46 sayfası yazar ve kitabın öyküsünü aktarıyor. 46’dan sonra ise beyaz zambaklar ülkesinin öyküsü başlıyor. Kitap bahsettiğim gibi Finlandiya’nın fiziksel sıkıntılarına (soğuk ve verimli toprağı bulunmayan bir bataklık memleketi) rağmen gerçekleştirdikleri ekonomik reformdan, mimari eserlerinin kullanışlılığı, estetiği ve sade güzelliğinden, halkının yardımsever ve çalışkanlığından, okumaya verdikleri önemden, tutsak bir ülke olmaktan el birliğiyle kurtulup bağımsız ve mutlu bir ülke haline nasıl geldiklerinden bahsediyor. Aklı ve vicdanı işletmenin önemine, bunun gerçek dindarlık olduğuna ve daha nice konulara değiniyor. Yoktan bir ülke kültürü yaratmaya katkısı olan kahramanlarının toplumun tüm bireylerinin asker, mühendis, öğretmen, kadın, erkek ayırmadan herkesin içindeki kıvılcımı ateşlemesini ve toplumu harekete geçirmesini anlatıyor (tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi). Kitapta bu reform yapılırken kimi odakların nasıl cephe alacağından ve hakikatleri nasıl örtmeye çalışacaklarından da bahsediyor (tıpkı bizde de olduğu gibi). Büyük uyanış gerçekleşmeden aydınlanma, reform ve gelişme olamayacağından bahsediliyor (tıpkı bizde de olduğu gibi). Hıristiyan dincilerin dinin sevgiye ve gerçeğe dayanan felsefesinden içini nasıl boşaltıp da şekilciliğe, para kazanma yarışına, rüşvetçiliğe ve akla gelebilecek her türlü kepazeliğe nasıl dönüştürdüklerinden bahsediyor (yok, katiyen böyle şey bizde olmaz).
Fazla söze gerek yok. Kitabı okuyunca anlamamak mümkün değil. Herkes anlar muhakkak ama bunu hayata geçirmek kiminin işine gelir, kiminin gelmez. Sonuçta emek vermek gerek. Eeee herkes düdüğü çalamaz tabi, parayı kim verirse onun hakkı (dememiş mi hocam efendi Nasreddin?)
Gelelim kitaptan örnek pasajlara. 54. Sayfada yazar kahramanlığın tanımını öyle güzel yapmış ki, onu halktan halkı da ondan ayrı düşünmememiz gerektiğini fark ettiriyor. Atatürk gibi kahramanların tarihte sahneye çıkmalarının tesadüf olmadığını anlıyorsunuz. Petrov halkı bulutlara, kahramanı da buluttan çakan şimşeğe benzetiyor. “…Eğer bulutta elektrik yoksa şimşek hiç çakmaz…” diyor.
Pek çok satırın altını çizmişim de sayfa 170’den sonrasını pek yoğun çizmişim. İçlerinden seçtiğim bazılarını ele alacağım. Sayfa 191-192’de ve devamında dindarlığı öyle güzel tanımlamış ki, yüz yıl önce de tanım aynı, bugün de. Aynen aktarıyorum; “Onlar dini ölü inançlar topluluğu haline getirdiler. Dini yüzlerce kuralı, paragrafı olan inanç grameri haline getirdiler. Peygamberler Tanrı’nın yüzlerce tanımını, özelliklerini, emirlerini ezberle demiyorlardı. Onlar öğretiyorlardı ve sürekli tekrarlıyorlardı: Sev, sev, sev! İnsanları sev! Her canlıyı sev! Bütün dünyayı sev! Her şeyi sev! Bütün bunlara hayat vereni sev! Tanrı’yı ve ona yakın olanı sev! Ve bütün öğretilerin, dinlerin, peygamberlerin öğrettiklerinin anlam ve özü bu seviyededir. Sevgi etrafımızdakilerle bir araya gelme, sıkı ilişkiler kurma duygusudur. İşte kişiyi, insanları, halkları dindar yapan budur.” Devam niteliğinde sayfa 196’da “…Benim görevim her birinize en iyi gaz yağını içeren lamba isteğini, ihtiyacını uyandırmaktır. Eğer halkta dindarlık olmaz ise, ne bilim, ne felsefe, ne sanat, ne politika, ne de teknoloji insanları kötülükten kurtarabilir. Dinden değil, dindarlıktan bahsediyorum. Çok fazla din olabilir ve var da, dindarlık ise tek bir şeydir; farklı dinlerdeki insanlar arasında ortak tek bir şey… Sen bendesin, ben sendeyim, biz kâinattayız, kâinat ise bizdedir, hepimiz biriz. Eğer kâinata zarar veriyorsan, insanlara ya da hayvanlara kötülük yapıyorsan, aslında kendine zarar veriyorsun, kendini çirkinleştiriyorsun. İşte dindarlık budur. Bu her şeye ve herkese olan temiz, parlak, etkin bir sevgi göstergesidir.”
Yukarıdaki paragrafta kitaptan alıntı yaptığım dindarlık tanımından sonra o dinsiz diye dil uzattıkları Atatürk’ün aslında halkına seslenirken “din, Allah, kitap” lafı etmeden nasıl da insanlığa ve dine gerçek hizmeti verdiğini düşündüm. Samimi olan dindarlığı eyleminde yaşatırken, samimiyetsiz olan sadece dilinde yaşatır. Okurken aklıma Atatürk’ün Fransız bir gazeteciye verdiği demeci geldi. O demeçte diyor ya hani; “Türk Ulusu daha dindar olmalıdır. Yani tüm sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum…” Daha nasıl tarif etsin?
Kitap etraflıca anlatıyor anlatmasına da hayata nasıl geçireceğiz diyenlere cevap kitabın içinde verilmiş. Umutsuzluğa kesinlikle yer olmadığından, “ama bana bu güne kadar kimse öğretmedi ki” demenin saçmalığından filan bahsediyor. İnsanların hakikate karşı isteklerinin uyanmasının yeterli olduğundan, bekledikleri rehberlik için kendi akıl ve vicdanlarının yeterli olduğundan yer yer bahsediyor (muhtaç olduğun kudreti kendinden başka yerde arama demeye getiriyor).
Bu kadar söz şimdilik yeter sanırsam. Benden söylemesi. Tıpkı kitapta geçen şu söz gibi; “Ben öğretmen değilim, sadece haberciyim.” Okuyup okumamanızla, üzerinde düşünüp düşünmemenizle, hayatınıza geçirip geçirmemenizle ilgilenmiyorum. İlgilendiğim tek şey haber vermek.

Siddhartha - Hermann Hesse
İnsan denen karmaşık varlığa kılavuz olacak kitaplardan biri budur bence. 85 yaşına kadar yaşamış, idealist romantik (bana mı benziyor ne?) diye adlandırabileceğimiz Rus kökenli Alman yazar Hermann Hesse bu eseriyle 1946 Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış. Kitabın kısaca öyküsü şu;
Hindistan’da geçen hikâyenin kahramanı Siddhartha gerçek bilgiye ulaşmak için babasının baskısına rağmen evini terk eder. Yakın arkadaşıyla birlikte yeni öğretilerle tanışırlar. Gezgin birer dilenci olarak hakikat arayışlarını sürdürürlerken Buda (Buddha) ile karşılaşırlar ve aralarında Budizm felsefesinin derinliklerine inen etkileyici bir sohbet geçer. Arkadaşı arayışını Buda’nın yanında sonlandırırken, Siddhartha’nın kuşkuları ve arayışı sonlanmaz. Fakat bilgelik yolunda pek çok şey öğrenmiştir. Bir süre sonra gezginciliği ve dilenciliği bırakarak bir kente yerleşir ve ticaret öğrenir. Küçümsediği kent kültürü ve kent sistemi içindeki vasat insanların zaafları zaman içinde Siddhartha’yı da kuşatır. Bilgelikten uzaklaşıp, gün geçtikçe aradığı gerçeklikten uzaklaşır. İntiharı düşündüğü, dibe vurduğu sırada tekrar yükselişi seçer ve sahip olduğu her şeyden vazgeçerek ırmak kıyısında kayıkçılık yapan yoksul bir adamla karşılaşır (aslında bu ikinci karşılaşmasıdır) ve onun yanına yerleşir. Irmak kayıkçıya, kayıkçı da Siddhartha’ya kılavuzluk etmektedir. Gerçek bilgiyi bulur ve aydınlanır.
Yaşamın hakikatini öğretmek için “ırmak” öğesinin seçilmiş olması beni gerçekten çok etkiledi. Ben hep hayatı denize benzetirdim ama sürekli akan bir öğe aslında zamanın akışını temsil edişiyle daha güzel bir örnek gerçekten. Heraklitos’un “aynı ırmakta iki kez yıkanamazsın” sözünü hatırlatıyor bana. Her gün güneş aynı yerden doğar ama gün aynı gün değil, sen aynı sen değilsindir artık. Siddhartha’nın gerçekliği bulmak için nice yıpranması da bana kendi yolculuğumu hatırlatıyor. Bir şeyleri anlayıp sindirmek için önce ille de ateşte yanmak gerekiyor. Pişmeyince kokuyor insanoğlu. Fakat hızlı da pişmeyecek, yoksa yanar (delirir filan). Ağır ağır demlenince insan lezzetli oluyor doğrusu. Nasıl ki her meyve zamanında olgunlaşınca güzel oluyorsa, demli bir insan için de ortalama otuz – kırk yıl gerekiyor. “Farkındalık” aşağı yukarı oralarda bir yerlerde yoğunlaşıyor.
Gelelim kitaptan örnek pasajlara. Elimde kitabı şöyle bir karıştırdım, altını çizdiğim, not aldığım (ki hep böyle yaparım ve iyi ki de yaparım) yerlere baktım. Hah şunlar hiç fena değil;
“…çünkü düşünmek –öyle görünüyordu ona- nedenleri bilip tanımak demekti,…” (syf.46) Düşünüyorum öyleyse varım diyen Descartes’e selam olsun benden. İşte bu satırda da gördüğüm gibi insan kendini bilmeye geliyor bu dünyaya. En büyük tutkusu ve susuzluğu da bu yönde ki sayfa 47’de de şöyle bir cümle geçiyor; “Hikmetini ve içyüzünü öğrenmek istediğim şey, Ben’di…Ve dünyada kendim kadar, Siddhartha kadar az bildiğim başka hiçbir şey yok! ” (Ah ‘ben’ ah ‘ben’ ne çok seviyoruz ve aynı anda ne az biliyoruz seni!)
“Amaç ve töz (felsefede değişmez gerçek) nesnelerin arkasında bir yerde değil, onların içindeydi, her şeydeydi kısaca.” (Syf. 48) Bir de insanoğlu tanrıyı gökte bir yerlerde arar, oralarda hayal eder ya… Sanki ondan ayrılabilirmiş gibi. “Ne ararsan kendinde ara” laflarını duyar ama işitmez. “İlim kendin bilmektir” diye okur ama anlamaz. Yunus’un dediği gibi “Var sen de gel biraz oyalan.”
“Belirlediği hedef kendine çeker onu, çünkü hedefin onu alıkoyacak hiçbir şeyin ruhundan içeri sızmasına izin vermez… Cinlerin başının altından çıkan hiçbir şey yoktur, cinler yoktur çünkü. Herkes büyü yapabilir, herkes belirlediği hedefe ulaşabilir, yeter ki düşünmesini, beklemesini ve oruç tutmasını (sabretmeyi) bilsin.” (Syf. 67) Uzun yıllar boyunca marangozluk yapıp, bir gün tüm emeğinin üzerine çizgi çekip, sıfırdan balıkçılığa başlayıp, denizlere açılan adamın öyküsünü hatırlattı bana. İnsan hedefini kendi içinde taşır ama onu okuyana kadar başkalarının hedeflerinin üzerinde dolanır durur. Trafiği de meşgul eder üstelik. Güzel arkadaşım sen denize, balıkçılığa tutkunsun, ne diye marangozların piyasasını meşgul edersin? Ha şunu bileydin! Ama ille de yanacak insan, sonra akıllanacak. Gelelim Hermann’ın güzel tespitine; cin min yoktur. Vardır da tıpkı göklerde tanrı arayan insanoğlunun hayal kurduğu gibi değil… Cin sensin ey salak marangoz! Balıkçı olana kadar cin sendin. Yaktın yandırdın ne yazık ki.
“Herkes kendinde olan şeyi verir…” (Syf. 70) Benim kendi kitabımda sarf ettiğim bir cümle var; neyle doluysa demlik, onu verir ibrik. Başka ne verebilir ki? Verebileceğimiz her şey iki kulağımızın arasına sığmış durumda. Orayı doldurup, oradan boşaltıyoruz. Mideni neyle doldurursan hücren odur. Aklını neyle doldurursan cümlen odur yani. Doğru laf ettim şimdi, bunun da mı altını çizsem acaba?
“…bütün bu işlere, bir oyun gözüyle bakıyor…” (Syf. 71) ve benzer anlatım; “Her defasında garip bir ömür sürdürdüğünü, tümü de yalnızca oyun olan pek çok şey yaptığını, neşe ve bazen haz içinde vakit geçirmesine karşın gerçek hayatın ona hiç dokunmaksızın yanı başından akıp gittiğini düşünüyor…” (Syf. 76). İşte benim bakış açım! Ey yolcu, iki kapılı bir hansa bu, yaşadığın hiçbir şey kalıcı değil. Borç içinde mi kıvranıyorsun? Kalıcı değil. Sevgilinin aşkından ölüyor musun? Kalıcı değil… Atatürk’ün köşküne astırdığı bir hat yazısı var belki duymuşsunuzdur. Hat öyle güzel işlenmiş ki, kâğıdı ters tutsan da düz tutsan da aynı şey yazıyor; ‘Bu da geçer ya Hu’ Bu felsefe aslında hayatımızın içinde ve hatta hayatın ta kendisi. Niye mi öyle söylüyorum? Kırkpınar çığırtkanına kulak verelim; ‘Altta kaldın diye üzülme, üste çıktın diye sevinme’ Peki neden? Çünkü hayat bir oyun; ‘Bu da geçer ya Hu’.
Hermann Hesse’nin “Siddhartha” eserini neden bu kadar çok beğendim ve neden bu kadar uzun yazıyorum biliyor musunuz? Çünkü yaşama dair bu kadar çok şeyi bu kadar ince (hepsi toplam 148 sayfa) bir kitaba, üstelik güzel bir öykü işleyerek sığdırmasına hayran kaldığım için. Bakın sayfa 72’de cinsellik konusuna değinmiş ve neler demiş; “Sevgide henüz bir çocuk sayılan ve körü körüne, doymak bilmeksizin dipsiz bir uçuruma dalar gibi sevi hazlarından içeri dalmaya heveslenen Siddhartha, haz vermeden haz alınamayacağını, her jestin, her okşayışın, her dokunuşun, her bakışın, ne kadar küçük olursa olsun vücuttaki her köşenin kendine özgü bir gizle donatıldığını, bu gizi keşfetmenin keşfeden kişiyi mutlu kılacağını öğrendi Kamala’dan. Ayrıca bir şeyi daha öğrendi: Her sevi şenliğinden sonra sevgililer birbirlerinden, biri ötekine hayranlıkla bakmadan ayrılmamalıydılar; hem yenmiş hem yenilmiş olmalı, herhangi birinde aşırı doymuşluk ya da bıkkınlık duygusu uyanmamalı, sömürdükleri ya da sömürüldüklerini hissetmemeliydiler.” Cinsellik konusunda yazmak istediğim şeylere dokunmuş Hermann Hesse ama benim yazacaklarım bunlarla sınırlı değil. Özellikle yurdumuzda her güzel ve narin konu gibi tabu haline getirilmiş cinsellik konusunda sıkı bir öykü yazmayı planlıyorum. Tasarladığım öykü hakkında küçük bir ipucu vereyim; hamile kalıp çocuk dünyaya getiren bir kadına “bakire” denebiliyorsa (hiç itiraz etme bakire Meryem’i kutsal kitaplar yazıyor, ben uydurmadım) demek ki bekâret yanlış yerde aranıyormuş. Tıpkı orospuluğun cinsiyeti olmadığı ve yine yanlış yerde arandığı gibi…
Biz yine dönelim kitaba… Sayfa 77’de öyle laflar ediyor ki, her cümlesi bir kitap konusu. Değerli yazar Ömer Polat aynı cümleyi benim “Bilgenin Anahtarı” isimli kitabım için de kurmuştu. Doğası gereği bu gerçeklik konusu öyle bir konu ki derinliği indikçe inilen bir hazine gibi. Bu sebeple gerçeklik keşfedildikçe anlatılacaklar bitmiyor bir türlü. Allah Kuran’da diyor ki (Lokman Suresi Ayet 27); “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsaydı, deniz de yedi denizle birlikte mürekkep olsaydı yine de Allah’ı anlatan sözler bitirilemezdi”… Gökyüzü tahtında oturan tanrı hayalini zihinlerden silip, Kuran’daki her Allah kelimesini ‘gerçeklik’ veya ‘hakikat’ sözcüğüyle değiştirerek okursanız, kitap o zaman bir şeyler söylemeye başlıyor. Zaten “oku” diye başlayan bir kutsal kitabı Türkçesiyle anlayarak okuyanlar “insan”, “ikra” yani Arapçasıyla anlamadan okuyanlar “papağan” oluyor. Bir de Arapça şivesiyle okursan eğer rengârenk bir papağan oluyorsun; sonra televizyon kanalları, hutbeler derken köşeyi dönüyorsun. İstersen kazandığın parayla ‘Jet Ski’ alırsın, istersen sarışın hosteslerine ‘kediciklerim’ dersin, dilersen Amerika’da köşkün bile olur. Bu memleket küçük Amerika zaten, “fırsatlar ülkesi”. Biz yine kitabımıza dönelim. Sayfa 77’de diyor ki, “…içinde dingin bir yer, sığınılacak bir yer var, ne zaman istersen benim gibi oraya çekilebilir, kendini kendi evinde hissedebilirsin. Pek az insanda vardır bu, oysa herkes buna sahip olabilir.” Büyük ihtimalle çevirenin hatası var burada diye düşünüyorum, çünkü son cümle şöyle olunca daha anlamlı oluyor; pek az insan bulmuştur bunu, oysa herkes buna sahip olabilir. Böyle daha anlamlı. Bu konu öyle bir hazinedir ki, anlatabilmek için bir kitap yazmam gerekir. Ama özetle diyebilirim ki, ‘ne ararsan kendinde ara’ veya ‘bir ben var benden içeri’. Tanrının vaat ettiği kutsal toprakları nerde bulacağının işareti bu. Yine gökyüzünde hayal edilen cennet hayalleri yanıltıcı maalesef. Gerçeği bambaşka. Görüldüğü gibi cennete girenler bu limanı bulanlardan oluşuyor. Daha da ilginç; cennetliklerin isimleri bazen Johnny, bazen Ayşe, bazen Takatoshi olabiliyor. Hani Müslüman’dan başkası cennete giremezdi ya, bence Müslüman’ın kim ve Müslümanlık’ın ne olduğunu pek iyi anlayamadık. Fakat hayallerimiz zihnimizi öyle bir doldurmuş ki, gerçekle dolmak için önce demliği boşaltmak gerek. Malum, neyle doluysa demlik, onu verir ibrik. Sayfa 77’den devam ediyoruz. Diyor ki, “…İnsanların büyük çoğunluğu düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgârın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, belli bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgâr varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar.” Bu sözler bana derhal okuduğum bir ayeti hatırlattı. Bu paragrafta madem çoğunlukla dinden ve kutsal kitaptan örnekler verdim, paragraf sonuna kadar bu tutuma devam edeyim bari. Lütfen bu sözleri Nur Suresi 35. Ayetle karşılaştırır mısınız? Kolay anlaşılması için kendi tercüme metodumu parantez içinde veriyorum. Şöyle ki; “Allah göklerin ve yerin ışığıdır. (Hakikat insanın iç dünyasının ve günlük yaşamının rehberidir.) O’nun ışığının örneği; içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam kap içindedir. O cam kap da sanki inci gibi parlayan bir yıldız gibidir. Yakıtı ne batıya, ne doğuya bağıntısı olmayan, zeytinyağı üreten bereketli bir ağaçtandır. Yağı neredeyse ateş değmeden aydınlık verir. Parıl parıl parıldar, ışık üzerine ışıktır. Allah dileyen herkesi ışığına ulaştırır. İşte Allah insanlara böyle örnekler verir.” Daha fazla söze gerek yok herhalde. (Başka sorum yok hâkim bey diyerek vakar bir edayla koltuğuma dönüyorum)
Hikâyede Siddhartha kente yerleşince dünyevi kaygı, hırs ve eğlencelerin içinde yüzen insanlara küçümseyerek bakar ama onlara imrenir ve onları ‘çocuk insanlar’ diye nitelendirir. Sayfa 81’de şöyle bahseder; “…bu insanların hayatlarına verdikleri öneme, sevinç ve korkuları coşkuyla yaşamalarına, o bitip tükenmeyen sevdalanmalarındaki ürkek ama tatlı mutluluğa imreniyordu. Kendi kendilerine, kendi kadınlarına, çocuklarına, onura ya da paraya, planlara ya da umutlara sürekli sevdalanmış durumdaydı bu insanlar.” Bu sözler de aklıma başka bir kitaptaki bir cümleyi getirdi. “Zamanın Farkında” adlı kitabında Şule Gürbüz bu çocuk insanları yuvarlak topluluklar olarak nitelendirir ve sayfa 47’de onların mutluluğuna imrenmeyi şöyle dile getirir “…Öyle bir topluluk var ki yuvarlak, ortası şişkin, dış çeperi de ortaya dâhil. Ah yuvarlak toplulukların yuvarlana yuvarlana aldıkları yol, ah yuvarlacıklığın içinde hiç kenarı köşesi acımayan, kopmayan, vura vura helak olmayanlar, ah kendi sağı soluna batmayanlar, kendi gözü kendini oymayanlar, ah yuvarlacıklar, en fazla bir tümseğe gelince hafiften sekenler, buyurun, dünya sizin.”
Gelelim beni büyüleyen bölüme; ırmağın öğretici öğe olarak işlenişine. Hikâyenin bu kısmında ırmak kıyısında kayıkçılık yapan yoksul bir adamla karşılaşır. Bu arada adamın ismi “Vasudeva” Kitapta bu ismi özenle seçmiş Herman Hesse, çünkü Sanskritçe ırmak tanrısı demekmiş. Yoksul kayıkçı Vasudeva dinlemesini iyi bilen bir karakter. Bu özelliği Siddhartha ile beraber okuyucuyu da büyülüyor. Sayfa 106’da Vasudeva Siddhartha’ya şöyle der; “Öğreneceksin, ama benden değil. Dinlemeyi ırmak öğretti bana, sen de ondan öğrenecekesin. Her şeyi bilir ırmak, ondan her şeyi öğrenebilirsin…aşağılara yönelmenin, aşağılara inmenin, derinlikleri aramanın iyi olduğunu da…” ve sayfa 107’de Siddhartha sorar, “Sen de öğrendin mi o gizi, zaman diye bir şey olmadığını?” ve Vasudeva cevaplar, “Sen şunu demek istedin sanırım: Irmak aynı zamanda her yerdedir, kaynadığı yerde, döküldüğü yerde, çağlayanda, kayıkta, akıntı yerinde, denizde, dağda, aynı zamanda her yerde ve onun için yalnızca şu an vardır, geçmişin gölgesi diye bir şey bilmez ırmak, geleceğin gölgesi diye bir şey de bilmez.” Bu kitabın günümüzde şimdinin gücünü anlatan kılavuz kitaplardan çok önce yazılmış olduğunu hatırlatarak 108. sayfadan devam ediyorum; “…tüm varlıkların sesi, onun sesinde saklıdır.” Sayfa 109’da “…yaşamın sesiydi bu, var olanın sesi, dünya kuruldu kurulalı oluşum içinde olanın sesi.”
Kitabın ilerleyen bölümünde Siddhartha’nın hayatı kendisinden apayrı şekilde algılayan oğlunu olduğu gibi kabullenmek zorunda kalışı anlatılıyor. Bu önemli konuya da değinmeden geçmemiş. Bu bölümde Siddhartha hakikati arayanın onu kendinde ve herkeste bulacağını keşfediyor. Hakikati keşfedenin farklı bile olsa herkesi olduğu gibi kabullenmesi gerektiği işleniyor.
Gerçekliğin bir ırmak örneğiyle betimlendiği, kısa cümlelere kat kat bohçalar gibi derin anlamların yüklendiği, bilmiş safsata değil apaçık bir öğretinin aktarıldığı bu güzel kitabı okuyup ‘peh’ diye geçebilen insanlar da vardır muhakkak. Ben onları elekten geçirip bir kenara ayırayım da, kalan diğerlerine sesleneyim. Cümlelerin bohçalarını açtıkça hakikatin güzel yüzünü görenlere kitabın 99. Sayfasındaki bir cümleyle sesleniyorum; “iyi bir iş başardın, yüreğindeki kuşun şakıdığını işitip peşinden gittin!”


Yabancı - Albert Camus
Büyülendiğim kitaplardan birisidir “Yabancı”. Cezayir doğumlu aslen Fransız (bu arada annesi de İspanyol) yazar Albert Camus’nun en etkileyici eserlerinden birisidir. 1957 yılında “Nobel Edebiyat Ödülü”ne layık görülmüş ve bu ödülü en genç elde etmiş ikinci yazar unvanına erişmiş Camus, her ne kadar kendisi kabul etmese de “varoluşçuluk” ve “absürdizm” (saçma) akımlarının öncüsü kabul edilir. Kendini her hangi bir şeyin öncüsü kabul etmeyişi bile bana göre iyi bir yazar olduğunun göstergesidir.
Absürdizm herhangi bir yaratıcı olmadığından (herkesin inancına saygı duyarız) insanlığın evrende bir anlam bulmasına yönelik uğraşlarının boşa bir çaba olduğunu ve eninde sonunda bu anlam uğraşının başarısız olacağını söyleyen felsefi düşünce akımıdır. Camus çelişkiyi şöyle ifade eder; “Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak ‘absürd’ün ta kendisidir.” (Saçmalığın daniskası demek istiyor yani). Camus’nun felsefesini en iyi anlatan sözlerinden birisi de, “hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız”dır. (Ben ona kısmen katılıyorum ama itina ile yaşamanın sonlu bile olsa biricik hayata âşık olunca anlam kazandığını savunuyorum, yoksa saçmalığın daniskası olmaktan kurtaramayız ve kim bilir intihar filan düşünürüz.)
Camus aynı zamanda iyi bir futbolcudur. Kalesini güçlü sezgisiyle iyi savunan bir kalecidir. Hatta “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum.” demiştir. (Zeki, çevik aynı anda ahlaklıydı sanırsam)
Camus 47 yaşında (bu kadarcığı bile büyük bir yazar olmak için yeterli olmuş) trafik kazasıyla ölmüştür. İntihar olup olmadığı ise hala muammadır. (İntihar ettiyse eğer, anlam aramayı saçma bulduğu için midir, itinayla yaşamaya değer bulmadığı için midir bilinmez)
Gelelim “Yabancı” ya. Kitabın konusu oldukça basittir, eni ise oldukça incedir (hepi topu 110 sayfa). Cezayir’de bir iş yerinde çalışan, orta sınıftan bir Fransız olan “yabancı”nın ön ismini kitap boyunca öğrenemiyorsunuz. Bir “yabancı” oluşunu ise yaşadığı olaylara verdiği tuhaf tepkisinden hatta daha doğrusu tepkisizliğinden öğreniyorsunuz. Her şeyi yargılamadan kanıksamış veya her şeyden tamamen uzak (salt gözlemci gibi) bir tutumu var ve bu tutumuna “yabancı” sıfatı öyle yakışıyor ki, Camus başkarakterine belki de bu nedenle bir isim vermemiştir. Hikâye “yabancı”nın annesinin ölüm telgrafını almasıyla başlıyor. Annesinin cenazesine gidişini, gündelik yaşantısında tanıştığı kız arkadaşıyla olan tuhaf ilişkisini (tuhaf çünkü kızla evlenmeye karar vermesi de evlenmemesinden farksız onun için), tuhaf arkadaşlık ilişkilerini, içinde bulunduğu koşulların onu zorlamamasına rağmen bir Arap’ı tuhaf bir nedenle (yargılanırken ‘sadece güneş yüzündendi’ diye açıklama getiriyor) öldürmesini ve cinayetin ardından yargılanıp idam gününe kadar süren yaşantısını (daha çok yabancı gözlerle yaptığı gözlemini diyebiliriz) konu alıyor. Yabancı yaşadığı dünyadan kendince bir yolla izole olmuş, tepkileri beklenilenden daima farklı, normal insanların kaygı ve isteklerini taşımayan, ölüm anına kadar ölümü hiç önemsememiş, ama değerini kaybederken gören bir adamın öyküsü. Tıpkı her şeyi ilk defa deneyimleyen bir çocuk gibi. Dili ve anlatımı öyle yalın ki, kendinizi yabancının gözlemlerinin içinde buluyorsunuz. Kitabın beni en büyüleyen yanı, Camus’un yabancısının tıpkı dünyaya ilk defa gelmiş bir uzaylının gözleriyle gördüğü veya hiçbir toplumsal öğretiyi daha üzerine giymemiş çıplak bir çocuk saflığındaki gözlemlerini okuyucusuna ustalıkla aktarabilmesi. Yabancı duygusuz bir sadist değildir, tam tersine herkesin sempati duyabileceği saf bir insandır. Hatta onu ölüme götüren bile bu saflığıdır.
“Yabancı” hayatta gözünün önünden geçen her şeye bir yargıyla bakmaya alışkın insanoğluna yargısız nasıl bakılabileceğini gösteren bir başyapıttır. İnsanlara “kırın kalıplarınızı” demeden, sessizce bu çığlığı atan müthiş bir eserdir. Bakmak isteyene bu kitap bir boy aynasıdır. Ellerindeki her değeri doğru sanıp, sıkıca tutan insanlar belki de bir Arap’ı öldüren bir insandan daha suçludurlar. İnsanların doğru sanılandan kurtulup, gerçekten doğru olanı bulabilmeleri için öncelikle ellerindekileri bırakabilmeleri gerekir. Neden mi? Bu zoru başarmadan, yargılardan tamamen soyunmadan insan kendine yakışanı giyemez de ondan.
Her zamanki gibi kitaptan bir alıntı ile kapanışı yapıyorum. Altını çizmişim. Yabancı’nın idamından bir gün önce hücresindeki bir düşüncesini aktaran bu paragraf sayfa 99’dan geliyor;
“O anlarda annemin, babamla ilgili olarak bana anlattığı bir hikâyeyi hatırladım. Babamı tanımamıştım. Bu adam hakkında bildiğim tek belirli şey de belki annemin bu hikâyeyi bana anlatırken söyledikleriydi: Babam bir katilin idamını seyretmeye gitmiş. Böyle bir şeyi seyretmeye gitme düşüncesi onu hasta ediyormuş. Ama yine de gitmiş ve dönüşte öğleye kadar kusmuş. O zamanlar babamdan biraz tiksiniyordum. Şimdi onu anlıyordum, o kadar doğal bir şeydi ki bu. Ölüm cezasının çok önemli bir şey olduğunu, hatta bir bakıma onun, bir insanın ilgisini çekecek tek şey olduğunu nasıl olmuştu da anlamamıştım?...”
Evrenin Dokusu - Brian Greene
Benim gibi gerçeğe ve kaçınılmaz olarak bilime tutkun olanlar için uzay bilimi (kozmoloji) konusunda iyi bir başlangıç kitabıdır “Evrenin Dokusu”. Sıfırdan başlayanlar için değil ama ucundan kıyısından fikri olup merak duyanlar için başlangıç diyebilirim. Zira hiç fikri olmayanları bu kitap ürkütebilir ki kimsenin bilimden soğumasını istemeyiz efendim.
Âlimle halk arasında tarih boyunca görülen o ki; çoğunlukla uçurum olmuştur. Bilgiye erişim günümüzdeki kadar kolay olmadığı için âlim ziyadesiyle bilgeleşmeye devam ederken halk da ziyadesiyle cahilleşmeye devam ederek nihayetinde çoğu bilim adamını katletmiştir. Çok şükür o dönemler geride kaldı. Günümüzde halkın anlayış seviyesine inebilen kaliteli belgeseller çekilip, iyi kitaplar çıkıyor ve bilgiye erişim oldukça kolay. Dolayısıyla bizim gibi halkın cahil evlatları da bilimin aydınlığından nasiplenebiliyor (yoksa yine bilim adamlarını idam etmeye devam ederdik değil mi?). Brian Greene denen bilim insanı bu köprüyü kurmayı başarmış bir şahsiyettir diyebilirim. Onca işinin gücünün arasında kaynaklarıyla, referanslarıyla 642 sayfalık bu kitabı yazmıştır ve ne iyi etmiştir.
Kitabın yayınevi “Tübitak”ın dünyanın saygın ve popüler bilim kitaplarını derlediği serisi bilime ilgi duyanlar için gerçekten çok doyurucu. Brian Greene’in Tübitak’tan yayınlanan “Evrenin Zarafeti” ve “Saklı Gerçekler” diye iki kitabı daha var.
“Evrenin Dokusu” orijinali 2004 yılında yayınlanmış olduğu için bilimin 2004 sonrasındaki gelişmelerini göremezsiniz. Örneğin kitapta sicim ve M kuramından ve bunları ispatlayacak olan İsviçre Cern deneyinden (dünyanın en hızlı parçacık çarpıştırma deneyi ve altyapı mimarisi apayrı bir belgesel konusu olan deney) bahsediliyor ama Cern’in bu kuramları doğrulaması kitabın yazımından sonraya denk düşüyor. Fakat önemli bir şey var ki eğer bilimin emekleme çağından yani Newton’dan kitabın yazıldığı tarih 2004’e kadar kat ettiği yolu bilmezseniz, 2004’ten sonrası da size bir şey ifade edemez. Bilimi sıcağı sıcağına takip edenler bu kitap gibi nicelerini basamak yapıp yükseğe çıkmışlardır zaten ama temelinden gelişmeleri takip etmek isteyenler için iyi bir kaynak diyebilirim. Bu arada bilimin ve sanatın evrensel oluşuna hayran olduğumu söylemeden geçemeyeceğim çünkü her gelen piramide bir taş koyup gidiyor ve ortaya çıkan yapıyı hayranlıkla seyretmek de bizlere düşüyor. Bilim öyle etraflı bir konu ki, bir kitapla onu bütünüyle anlamak mümkün değil tabi ama bir yerlerden de başlamak lazım diyorsanız buyurun, alın okuyun.
Kitabın konuları ele alışı tarihsel sürece göre sıralanmış. Newton’un kütle çekiminden başlıyor, Einstein’ın göreliliğinden devam ediyor, kuantum (atomaltı) fiziğinin dolanıklığı ve olasılık denizine değinip, şişme teorisi, büyük patlama, çok boyutlu sicim teorisine kadar uzanıyor. Zaman makinesi gibi geleceğe yönelik hayali tasarımlardan da birkaç kelam ediyor. Kitabı okurken bazı kısımlarda teknik bilgilerden dolayı anlamakta zorlanma yaşayabilirsiniz ama yazar zaten bu bölümlerde uyarıda bulunuyor.
İnsan kendi gerçeğini bilmek istediğinde kendisini iki yönden ele almak zorundadır diye düşünüyorum. Çünkü insan hem (fizik) bedendir, hem de (metafizik) duygu ve düşüncedir. Bu yüzden felsefe, din ve edebiyat kitapları kadar bilim kitaplarını da okumaya, anlamaya çalışıyorum. Elimden geldiğince belgeselleri takip ediyorum. İki yönden de okuyup, izlediklerimden çıkardığım şeyler oluyor. Öyle şanslıyım ki, bilimin zirve yaptığı bir dönemde dünyaya gelmişim. Evet, bilim şu anda belki ileriki yıllara göre daha aşağıda bir yerlerde ama (özellikle kuantum fiziği sağ olsun) önemli bir çıkarımı yapabilmem için yeterince yükseğe ulaşmış durumda. O çıkarım da şu; evrenin dokusundaki her şeyin bir bütün olduğu ve biz insanların da diğer her şey gibi “O” bütünün bir parçası olduğumuz. Tek bir ışığın kırılıp renklerle kendisini gösterdiği gibi tüm farklılıklarımızla beraber her birimiz aslında evrenin kendisini seyrettiği renkleriz. Nihayet fizik ve metafizik el sıkışmak üzereler. Çok az kaldı, benden söylemesi.
İşte size bu değerli bilim kitabından altını çizdiğim bir bölüm. Üstelik bunlar benim cümlelerim değil, bilimin kendisinin yılların emeğiyle ispatladığı gerçekler. Sayfa 99’dan geliyor;
“…Bu, uzayın bir zamanlar düşünüldüğü gibi düşünülemeyeceğini gösteriyor: İki cisim arasında ne kadar uzay bulunursa bulunsun (yani iki cisim birbirinden ne kadar uzak olursa olsun), kuantum mekaniği ikisinin arasında bir etkileşme, bir çeşit bağ olmasını mümkün kıldığından, bu iki cismin birbirlerinden ayrık olduğunun garantisi yoktur.”
Fiziği ve metafiziği okudukça hayran olmamak mümkün değil. Zaten bilim adamları “kuantumu öğrenince hayran olmayan onu anlamamış demektir” diyorlar. Her şeyin anda yaratıldığını (olasılık denizi) ve evrenin görüntü (hologram evren) olduğunu inceleyip anladıkça insan “vay be” demekten kendini alamıyor. İnsan kendini bildikçe “vay be ben neymişim?” ve aynı zamanda “vay be ben yokmuşum” demeden edemiyor.

Ermiş - Halil Cibran
İnsan denen karmaşık varlığa bir kılavuz kitap daha. 1883 yılında doğmuş ve sadece 48 yıl yaşamış Lübnanlı yazar Halil Cibran’ın en beğenilen kitaplarından birisidir “Ermiş”. Hayatı boyunca yaşadığı acılar ve yoksulluğa rağmen tüm eserleri sevgi ve bilgelik doludur. Doğa ve insan sevgisi, toplumsal adalet ve eşitlik, varlıkların yaşamlarına saygı gibi konuları işler (bayıldığım konular). Bir dönem geçimini resim yapmakla sağlayan Cibran eserlerinde tıpkı Fransız yazar Antoine de Saint-Exupery’nin “Küçük Prens” öyküsünde yaptığı gibi, kendi resmettiği figürleri kullanır. Kitabında kullandığı figürlerin tamamı insan bedenlerinden oluşur ve belki de sadece insani yönlerini vurgulamak istediği için çıplak resimlemiştir.
Halil Cibran doğulusunu da batılısını da büyülemiş bir yazardır. Altmışlı yılların çiçek çocuklarını, pek çok ardıl yazarı, hatta siyasetçileri bile etkilemeyi başarmıştır. Kitabın benim listeme girme sebebi çok net. Hakikat bilgisine âşık bir şahsiyet olan ben deniz, hakikatin izlerini okuduğum her satırda sürdüğüm, yazdığım her satıra döktüğüm için, onunla yatıp onunla kalktığım için, onu en güzel şekilde aktaran eserleri bulunca öpüp başıma koyuyorum. Seviniyorum ki, insanlık da böyle eserlere gereken değeri veriyor, bu yüzden çoğu da zaten klasikleşmiş oluyor. Bu takdir çoğunlukla yazarlar yaşarken gösterilemiyor ne yazık ki. Zaten iyi yazarlar yazmaya tutkun olduklarından takdir görmek gibi bir kaygılarının olmadığını düşünüyorum. Ha yaşarken takdir görselerdi güzel olurdu onlar için belki ama onlar eserlerinin ne kadar güzel olduğunu biliyorlar ve bu onlar için yeterli.
Ermiş baştan sona şiirsel bir dille yazılmış (aforizmalarla bezenmiş), ufak bir öykünün üzerine oturtulmuş bir felsefe sohbeti kitabı niteliğinde. Hakikat bilgisine sahip insanların diğer insanları düşünmeye sevk etmek için kullandıkları bu yöntem çok etkili. Tarih boyunca büyük düşünürler diyalog kitaplarıyla felsefelerini aktarmışlar. Bugün bile bu yöntem en hızlı yol. Ben de “Bilgenin Anahtarı” isimli kitabımda bu yöntemi kullandım. Bilgenin Anahtarı baştan sona bilen ve bilmeyen iki karakterin diyaloglarından oluşuyor ve yaşama dair her konuya değiniyorlar. Amaç bilgi aktarmaksa, bu yöntemle kurgulu bir romanda aktarılabileceğinden çok daha fazlası aktarılabiliyor. Kurgulu romanlarınsa yaşattıkları bambaşka şeyler var, o ayrı konu. Dönelim yine Ermiş’e… Kitap El Mustafa adında bir bilgenin kaldığı bir şehirden ayrılıp, evine dönmek üzereyken kentten insanların ona sorular sormasını konu alıyor. Sevgi üzerine, evlilik üzerine, çocuklar üzerine, din üzerine, yaşam şartları üzerine, insanlık üzerine, ölüm üzerine, daha pek çok konu üzerine sohbetler ediyorlar. Kitabın aktardığı bilgelik zaten yeterince doyurucu, fakat beni en çok büyüleyen tarafı oldukça kısa ve şiirsel oluşu. Hiç sıkmadan az sözle çok şey aktarıyor. Bu yüzden oldukça başarılı bir baş ucu kitabı niteliğinde.
Ne yazık ki mümkün değil ama içimden tüm kitabı size aktarmak geçiyor, çünkü kitap çok derin. Her cümlenin içinden matruşka bebekleri gibi yeni yeni fikirler doğuyor. Kitap avuç içi kadar (cep boyutu) ve sadece 121 sayfa fakat üzerine bir araba dolusu kitap yazabilirsiniz. Şimdilik size kitaptan işaretlediğim küçük parçaları aktarmakla yetineceğim.
Çocuklar üzerine (Syf. 34);
“Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte sizin değildirler,
Onlar kendini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızlarıdırlar.
Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden değildirler.
Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların vücutlarını çatabilirsiniz ama canlarını asla.
Çünkü onların canları geleceğin sarayında oturur ve sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.
Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz ama onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç.
Çünkü hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.
Sizler, evlatların birer ok gibi fırlatıldıkları yaylarsınız.
Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine bir hedef edinmiştir ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için Kendi gücüyle sizleri gerer.
Yayı gerenin elinde seve seve bükülün.
Çünkü oku atan O güç, uzaklaşan okları sevdiği kadar elindeki sağlam yayı da sever.”
Bölümde ok fırlatan bir insan resmedilmiş, resimde yayı da anne baba ve ortalarında çocukları oluşturuyor. Cibran metninde “Hayat” ve “yayı geren” derken tanrıyı kastediyor. Tanrıyı hayatın ta kendisiyle özdeşleştiriyor. Hep dile getirdiğim gibi tanrıyı gökte bir yerlerde, yarattıklarından ayrı hayal ettiğimiz için inancımız sağlam temelden yoksun hayali öğelerin üzerinde duruyor. Bu yüzden en hafif rüzgârla bile yıkılıyoruz. Cibran’ın da dile getirdiği gibi çocuklarımızı kendimizin sanıyoruz mesela. Gerçek sahibinin tanrı (gökteki değil!) yani hayatın ta kendisi olduğunu unutuyoruz. Koskocaman bir yürek olarak doğmuş yavrularımızı, uçsuz bucaksız ufuktan alıp kendi dar duvarlı, küçük dünyamızın içine tıkıştırmaya çalışıyoruz. Sonra onların da bizim gibi bedenleri büyüdükçe yürekleri küçülüyor. Hepsi bize benziyor, çünkü esaret altında insanın kendi öz çiçeği açamaz.
“Maya’nın Dünyası” isimli kitabımda buna Hintlilerin fillere yaptıklarından örnek vermiştim; yetişkin bir fili ağaca bağlasan zinciri kıracak, ağacı bile söküp atacak kudreti vardır. Bağımsızlığını ve gücünü bilen file bunu yapamazsın. Ama bebekliğinden itibaren ağaca bağlarsan, bir filin kendi gücü hakkında hiçbir fikri yoktur.
Bağımsızlığı hiç bilmediğinden onu isteyemez bile. Asla kıramayacağını düşündüğü zincirle yaşamaktan zevk aldığını zanneder. Hayatı bu zanneder! Çocuklarımızın hayat algısını küçültürsek, sonsuza uzanan gerçeklik (tanrı da diyebiliriz) algısını da ufacık yapmış oluruz. Omuzlarının üzerinde taşıdığı, iki kulağının arasına (baş deniyor ona) koskoca bir evreni sığdırabilecek kadar yer varken, bir mezar kadar yere onu hapsediyoruz, üstelik bunu bilmeden beceriyoruz.
İşte sevgili dostlar “Ermiş” denen bu kitabın bir sayfası bile bana bunları yazdırıyorsa, geri kalanının neye benzediğini siz düşünün. Hele evlilik, din, ölüm üzerine yazdıklarına girmemek için kendimi zor tutuyorum, çünkü metin epey uzadı. Malum insanımızın uzun metinleri okumaya karşı alerjisi var (bir süre sonra kaşıntı ve esneme yapıyor). Oysa düzenli okusa bir süre sonra ağır uykudan uyanacak belki de. Hakikaten de dünya üzerinde en ağır uyku insanınkiymiş. Fakat bir uyanırsa var ya, bir daha asla uyumazmış!
Halil Cibran’ın ermiş El Mustafa’sının cümleleriyle kapanış perdesini çekiyorum; sayfa 99’dan geliyor;
“Güzel (tanrı), bir aynadan kendini seyreden sonsuzluktur.
Oysa sonsuzluk da, ayna da sizsiniz.”