top of page

İşte kitaplarımdan kesitler

 

Kitaplarımdan kesitler sundum. Henüz kitaplarım herhangi bir yayınevi tarafından basılmadılar. Hiçbir yerde örnekleri yok. İlk keşfeden siz olacaksınız. Talep etmeniz halinde sadece fotokopi ve kargo bedeliyle size de bir kopyasını gönderirim. Bunun için iletişime geçmeniz yeterli.

BİLGENİN ANAHTARI

MERAKLI: Merhaba, sizi uzun zamandır arıyordum. Uzak yollardan geldim. Ararken gözümde canlandırdığımdan çok farklı göründünüz gözüme. Daha heybetli birisini bekliyordum açıkçası.

Sakın yanlış anlamayın ama düşüncelerimi rahatça söyleyebileceğimi hissettim nedense. Çok güven veren bir yüzünüz var. Açıkça söyleyeyim yüzünüzü gördüğüm anda ne istersem sorabileceğimi, bilmediklerimi öğrenebileceğimi anladım birden.

Tanıştığıma şimdiden çok memnun oldum. Rahatsız etmem umarım.

 

BİLGE: Hoş geldin. Kapım daima açıktır benim. Eskiden kapılar kilitlenmezdi bilir misin? Şimdiki nesil bunu pek anlayamaz. Ama açık kapı açık gönül demektir.

Açılmış gönül her zaman sevgiyi paylaşmayı arzular, tıpkı meyve ağaçlarının meyvelerinin toplanmasını arzuladığı gibi. Toplanmadıkça ağacın meyvesi bir sonraki sene küçülür, azalır bilir miydin?

Oysa verince, paylaşınca elindekini azalacak zanneder şimdiki nesil. Senin sormayı arzuladığın kadar, ben de cevaplamayı arzuluyorum. Hoş geldin!

 

MERAKLI: Uzun zamandır aklımı kurcalayan şeyler var. Nereden başlayacağımı bilmiyorum ama hepsini sorup öğrenmek istiyorum.

 

BİLGE: Evet sorup öğrenmek güzeldir ama cevapları olduğu gibi kabullenmen oldukça tehlikelidir. Senin gerçeğin benim sana söylediğim değil, senin anlayıp kavradığındır.

Seni düşünme tembelliğine götürecek her durumdan sakınmalısın. Zihninin sorgulaması ve düşünmesi akan nehir gibi pislikleri alır götürür ve pırıl pırıl bir güzellik bırakır geriye.

Sorgulama ve düşünme halin hiç bitmemeli, pınarın sürekli akmalı. Çünkü bu pınar önüne gelen her şeyi zanlardan yıkar, temizler. Sadece gerçeğin duru güzelliğini bırakır geriye. Her şeyin, hatta kesinlikle doğru olduğunu düşündüğün şeylerin bile sorgulanmaya ihtiyacı var ki, olası pisliklerden arınsın, pırıl pırıl parlasınlar.

 

MERAKLI: Peki, buna dikkat edeceğim. Son zamanlarda kafamı sıkça meşgul eden bir konuyla başlamak istiyorum. Mutluluğa ihtiyacım var ama onu nasıl bulacağımı bilmiyorum. Hatta mutluluk nedir, ona niye bu kadar ihtiyaç duyuyorum onu bile bilmiyorum.

 

BİLGE: İstediği her şeyi yapan ve bunu yapması için hiçbir engeli olmayan adam gerçekte mutlu mudur? Canının her istediğini yapıp sonra yine de mutluluk adına içindeki boşluğun bir türlü dolmadığını hissettin mi hiç?

Yeryüzündeki milyarlarca insanla tek tek tanışsan ve sorsan onlara hayattan ne beklediklerini, hepsi sana mutlu olmak istediğini söyleyecektir. Elde ettiklerinde mutlu olmayı umdukları şeyler herkeste çok çeşitli ve farklı olmasına rağmen peşinde oldukları şey aynıdır; mutluluk.

Kimisi onu aramaktan yorulunca vazgeçer gibi görünür ve bir robot gibi yaşamaya başlar, son nefesinin gelmesi için zaman doldurur. Kimisi aramaktan vazgeçmez. Çünkü mutluluk hali insanın yeryüzündeki tatmin halidir.

Doyum, haz hali insanın en çok arzuladığı haldir. O hale girmek için insan her şeyi yapabilir ve bu hali nerede bulacağını tam olarak bilemediğinden, bu hale onu yaklaştıran her şeyi denemeye hazırdır.

Çoğunlukla da denediği şeylerde tatmin çok kısa sürecek ve beklentilerini yükselterek denemeyi sürdürecektir. Yakalamaya çalıştıkça, tam yakaladım dediği anda mutluluk yine uzaklara kaçacaktır. Dünya bunun türlü örnekleriyle dolu. Çık seyret, gözlemle, türlü hikâyeleriyle aynı senaryoyu gözleyeceksin.

 

MERAKLI: Ulaşılmaz bir şey midir? Sonucu yok mu yani?

 

BİLGE: Gerçekte sorun burada aslında. Bir sonuç beklentisi içinde aranarak bulunmaya çalışılan şey, kısa tatminler olarak ele geçen şey mutluluk değildir. Sadece memnuniyettir ve kısa ömürlüdür. Yanılgı burada, çünkü mutluluk bir nihai hedef değil, bir sonuç da değil, bir süreçtir. Tam olarak anlama sürecidir.

 

MERAKLI: Anlayamadım şimdi, anlamak mı dedin? Anlamak nedir, neyi anlamak? Mutlulukla anlamanın ilişkisi ne olabilir ki?

 

BİLGE: En büyük yorgunluk zihin ve ruh yorgunluğudur. Beden yorgunluğu bir süre dinlenince geçer ama zihin ve ruh yorgunluğu ne kadar uyursan uyu, nereye gidersen git hep seninle gelir. Zihin ve vicdan hesaplaşmalarını çözemedikçe, hayatın derinde yatan anlamını okuyamadıkça kişiye rahat yoktur.

Büyük sıkıntılarımızdan, en derin korkularımızdan, rahatsız eden durumlardan hangi halde kurtuluruz hiç düşündün mü? Onları tam olarak anladığımızda, rahatsız eden şeyin kendisi, önü, arkası tüm detaylarıyla zihnimizde netleştiğinde rahatsızlık verici durumlar bir anda ortadan kaybolur.

Gerçeği anlamamız demek, onun gözümüzün önünde açığa çıkması, berraklaşması yani bizim onu tüm açıklığıyla görebilmemiz demektir. Anlamak, kişinin zincirlerini kırması, kurtuluşu demektir. Görüp, anlayabilmek demek bir bebek gibi rahat ve hafif olmak demektir ve beraberinde huzur ve mutluluğu getirir.

Saatlerce çabaladığınız en zor matematik problemleri veya bulmacalar bile anlayamadığınızda rahatsız eder ama anladığınız anda bu sıkıntılı sancı durumu yerini gevşeme ve rahatlamaya bırakır. Hatta problemler çözülüp anlaşıldıkça kişi benzer örnekler çözmekten keyif almaya başlar.

Anlamak çözmektir ve anlamak kişiyi bütünüyle tatmin eder. İnsan hayatında kendisinin veya başkalarının başına gelen şeyleri gözlemleyip neden sonuç ilişkilerini anlama halinde olduğunda mutluluk hali devam eder.

BİR SEPET ÖYKÜ

KİTABIN ÖNSÖZÜ

 

Yeryüzünün bir cennet mi, yoksa bir cehennem mi olacağına onun üzerinde yaşayan insanoğlu karar verecektir. Yeryüzünde bunu gerçekleştirecek tek güç insan iradesidir. Yeryüzünde beraberce yaşayan, iradesi bulunmayan hayvan, bitki, mikro organizma ve diğer canlılar değil, irade gücünü tekelinde tutan tek tür olan insan ırkının kendisi bunu yapabilecek gücün tek sahibidir.

Mevlana’nın dediği gibi; süvari ata hükmederse ahire götürür, at süvariye hükmederse ahıra götürür. Bilmeliyiz ki at da süvari de kendimizdedir. Mesele, kendi bencil bedenimizin arzu ve isteklerinin peşinden mi, yoksa tüm insanlığın ortak benliği olan evrensel sevginin mi peşinden gittiğimizdir. Kadim bilgeler bu yüzden “kendini bilmek” konusunun üzerinde durmaktadırlar. Bu evrensel bilgi ve evrensel sevgi insan kitabında yazılmaktadır. Kendini bilmek, onu okumakla mümkündür. Bilgi de sevgi de paylaştıkça çoğalır, yayılır.

İnsan dünya hayatında bir yolculuktadır. Bu yolculukta süresi kısıtlı, yolu karanlıktır. Yolunu aydınlatacak tek ışık kaynağı insanoğlunun yüreğindeki bir perdenin arkasına yerleştirilmiştir. O ışığın adı “evrensel sevgi”, perdenin adı ise “bencillik”tir. Perde kişinin kendi eliyle yırtılmadan ışık görünmez. Işık olmadan insanoğlu yolunu göremez, kaybolur, kendini yitirir. İnsanoğlu ne mevkide olursa olsun, ne kadar mektep medrese okumuş olursa olsun, bu gerçeği bilmediği sürece cahildir. “Bilmek” sözüyle kastedilen şey, kişinin yaşadığı her nefeste bu gerçeği hayata geçirebilecek kadar farkında olması, irade ortaya koyabilmesidir.

Bir tek insan bile dünyayı kurtarabilir. Halk arasında bir söz vardır; “Tek bir çivi nalı, bir nal atı, bir at yiğidi, bir yiğit orduyu, bir ordu memleketi, bir memleket dünyayı kurtarır.” Aklını ve benliğini, yüreğinde taşıdığı evrensel sevginin hizmetine adamış insan, kendisini ve dünyayı kurtaracak iradenin hâkimidir. Bu insan sevginin yeryüzündeki eli ayağı, yansımasıdır. Sevginin ordusuna hizmet eden tek bir çivi bile tüm dünyayı değiştirebilir.

Dünyanın kendimiz ve bizden sonra gelecekler için bir cennet olmasını arzuluyorsak, işe çevremizden değil, kendimizden başlamalıyız. Değişimi gerçekleştirecek olan şey, kişinin kendisinde yapacağı devrimle başlar. Bu devrim yürekteki perdeyi yırtıp ışığı açığa çıkaracaktır.

Okumakta olduğunuz kimi gerçek olan, kimi değil, çeşitli kaynaklardan derlediğim bu hikâye demetinin hem kendime, hem de benim gibi bu devrimi gerçekleştirmeyi arzulayan herkesi düşündürerek, yüreğini ısıtarak, cesaretlendirerek katkıda bulunması ve yeryüzünde sevginin hâkimiyet kurması dileklerimle.

                                                        Demet DURMUŞ (Mayıs 2014)

 

AHRETTEN MEKTUP (Yazmaya devam ediyorum)

Yaşarken bir ölüden mektup alsanız neler hissederdiniz? Korkuyu morkuyu atın bir kenara, özünde çok rahatlamaz mıydınız? Milyarlarca yıllık evren tarihinin kadim gizeminin sır perdesini aralamak nefes kesici olmaz mıydı? Hele bu gizem dünyanın en büyük gizemiyse ve adı ölümse. “Ölüm” adını bile duyunca ürperdiğiniz o kelimenin altında yatan sırlara ulaşmak için ölmek gerekirken, zaten ölmüş ve görüp öğrenmiş birinden duymak için canınız hariç, her şeyinizi verebileceğinizi işitir gibi oluyorum.

Bu mektubu kaleme alan bir ölü olarak size çok net söyleyebilirim; eğer ölüme zaten yakın değilseniz ölünün size bildireceği gerçekleri duysanız bile inanmazdınız. Duymamış olmayı tercih ederdiniz. Hatta zaten dünyaya ahretten mektup yazan tek ölünün ben olmadığımı söylesem… Bu mesajlardan çok var desem… Ama siz çoğuna zaten inanmamıştınız desem… Bana yine inanmazdınız. İnanır mıydınız yoksa? Mektubu okuyunca yine kendiniz göreceksiniz. Benden söylemesi.

Ben yaşarken öleceğim o günü düşünürdüm hep. Yazın cırcır böceklerinin coşkulu gürültüsünün eşliğinde mi ölecektim, kışın soğuk rüzgârlarının yalnızlığında mı? O gün ben öleceğimin farkında olacak mıydım ve çevreme ömrümce biriktirdiğim bilge sözlerimle mi veda edecektim, yoksa tıpkı “bir garip Orhan Veli”ninki gibi bir anda çukura düşer gibi “bir garip” mi bitecekti her şey? Popoma pamuğu tıkayacak zatı muhterem bedenimden iğrenecek miydi, yoksa ne güzel mi diyecekti; işte tertemiz, bakımlı bir ölü? Etim hangi kimyasal çözülme formülleriyle çürüyecekti toprak altında? Hangi larvaları besleyecektim etimle? Kemiklerim asırlar sonra bulunan şu eskilerinki gibi gümüş rengi fosillere dönüşecekler miydi? Kimler duyacaktı öldüğümü, kimler duymayacaktı? Kimler gelecekti cenazeme, kimler gelmeyecekti? Kimler sevinecekti bu habere için için, kimler üzülecekti dışın dışın? Mezar taşımı bile kendim tasarlamayı istemiştim de ölümün benden uzak olduğunu düşündüğümden hep bir ertelemiştim sanki o gün hiç gelmeyecekmiş gibi. Hatırlıyorum da ne kadar da bilsem ölümlü bir yaratık olduğumu, kaç cenaze görmüş olsam da sanki benim başıma hiç gelmeyecek kadar uzakmış gibi gelirdi bana. Hem uzak gelirdi hem de düşünmeden edemezdim o günü. Bilmek ama hatırlamamayı tercih etmek gibi tuhaf bir ikilem içindeydim.

Dedem öldüğünde “Küçük Hanım” dizisi daha bitmemişti. İhtiyar heyecanla her gün bir sonraki bölümü beklerdi. Dizinin düğümünün çözülmesine üç bölüm kalmıştı öldüğünde. Yazık! Heyecanlı sonunu izleyemedi. Ben dokuz yaşındaydım. Ölünce ilk aklıma gelen şey, “Acaba gittiği yerde o çok merak ettiği son bölümleri öğrenebilecek mi?” sorusu olmuştu. Yoksa sonsuza dek merak içinde mi kalacaktı? Sonsuzluğu kaplayan bir soru işareti şeklinde kıvrılmış kalmış bir merak…

Şimdi öldüğüm günü hatırlıyorum da ne çok anlam yüklemişim o güne. Yüklediğim anlamların hepsi de anlamsızmış. Anlam gibi görünen anlamsızlıklarmış. Ölen için ne mevsim, ne de televizyondaki dizi önemliymiş. Tıpkı pamuğu tıkayacak zatı muhteremin o anda aklında sadece “İşim bitse de gitsem, çocuklara parka gitme sözü verdim.” kaygısının olduğu gibi, kurumuş bir yapraktan farksız şekilde önemsizmiş cesedim. Tıpkı doğurtan ebemin de kimi doğurttuğunun umurunda olmadığı gibi. Bir tek mezar taşıma iki çift lafımı yazabilirmişim. Keşke demiyorum tabi ama yazsam yattığım yerden mezarlıkta dolananlara “Hişşşt hişşt baksana!” diyen bir hortlak gibi iki çift laf atabilirmişim. Çok da gerekli mi? Pek sayılmaz. Neyse bu mektubu yazıyorum nasıl olsa. İki çift kelamdan fazlasını ediyorum şimdi.

Şimdi fark ediyorum da, doğmanın tek bir amacı varmış; neymiş biliyor musunuz? Ölmek. Bu kadar basitmiş. O çok korkulan ölüm aslında varılacak amaçmış.

Bu kadar basit bir cevabı nasıl göremez insanoğlu hayret? İnsanı hayvanlardan ayıran şey insanın öleceğini bilmesidir derler ama çok azı hariç hiçbiri gerçekten öleceğini bilmez. Yüzlerce ölü görse, sırtında her gün cenaze taşısa yine de ölümü görmez. Çok tuhaf, acınası komik, şaşırtıcı derecede saçma bir şeydir bu körlük. Gözünün önündekini gören ama bilemeyen insanın hali buradan bakınca tam da böyle görünüyor; acınası komik! Hani bazı durumlar vardır; güler misin, ağlar mısın karar veremezsin. Kahkahalarla gülsen yetmez bir de sonuna doğru şöyle bir ağlayasın gelir veya hıçkıra hıçkıra ağlasan da sonunda mutlaka gözyaşların kahkahana karışır, işte tam da öyle bir durumdur bu. 

MAYA'NIN DÜNYASI

Etrafta ayın gümüşe boyadığı uçsuz bucaksız çölden ve gölgesi uzayan büyükçe bir bez çadırdan başka hiçbir şey görünmüyordu. Simsiyah çarşaflı ve entarili iki adamın yalnızca gözleri ve elleri açıktaydı. Entarilerinin kenarlarına birer hançer sıkıştırmışlardı. Hançerlerinin ahşap saplarındaki sedef kakmalar da tıpkı ikisinin kapkara gözleri gibi ayın ışığında parıldıyorlardı. Adamlardan birisi başının arkasından bastırarak, diğeri de sırtından itekleyerek onu önüne getirdikleri çadırın kapısından içeri soktular fakat kendileri içeri girmediler.

Çadırın içinde dönen egzotik tütsü kokusu daha içeri girerken karşılamıştı Maya’yı.  Yerdeki bakır yağdanlıklı lambaların titrek ışığı çadırın içindeki büyüleyici renk cümbüşünü gözler önüne seriyordu. İçeride zemin göz alıcı renkteki desenlerin kıvrıldığı ipek halılarla kaplanmış, çadırın beyaz bez duvarları ve tavanı rengârenk tuhaf sembol ve işaretlerle bezenmişti. Tütsünün kokusu gibi, işaretler de hem tanımadık, hem de sanki hemen hatırlanıverecek gibi tanıdıktı. Girişin tam karşısındaki görkemli ahşap sedirin üzerinde renkli ipek kılıflı yastıklar gelişigüzel serpiştirilmişti. Tavana kancayla tutturulmuş mor renkli tülden cibinlik tahta sedirin etrafını sarmalamış, çadırın içinde dönen havayla hafifçe kıpırdanıyordu.

Sedirin üzerinde eteklerini toplamış, bağdaş kurmuş oturan birisi vardı. Onun çarşafı beyazdı. Entarisinin kol uçlarıyla yakasındaki ince dokunmuş altın işlemeler ışıldıyorlardı. Elleri göğsüne doğru sarkan türbanının altına gizlenmişti. Onun da sadece gözleri görünüyordu. Maya açıkta kalan o bir çift gözün karşısında kendisini çırılçıplak hissetti. Bıçak gibi keskin bakışların çırılçıplak içini, hatta ta beyninin içini bile delercesine görebildiğini hissetti. Zangır zangır titremesine engel olamadığı kuvvetli bir korku, bedenindeki en ince damarlara bile ulaştı.

Karşısında oturan kişinin erkek mi, kadın mı olduğunu bilemedi. Hatta insan olabileceğinden bile emin değildi ama onun gözlerinden yayılan kudretin her tarafa hâkim olduğundan emin olmamak mümkün değildi. Daha önce hiç karşılaşmadığı, sözsüz, tarifsiz bir kudretti bu. İnsanların etkisinden çıkamayacakları böylesi bir kuvvet alanının içine girdiklerinde hissettikleri ortak duyguları; benliği saran acizliği ve sorgusuz sualsiz itaat etme eğilimini derininde hissetti.

“O sensin demek?” dedi sedirdeki ses. Sesinden bile erkek mi, kadın mı olduğunu kestiremedi. “Demek altın arıyorsun?”

Ne demekti şimdi bu? Altın arayan birini kastediyordu ama o Maya değildi. “Neden söz ettiğinizi anlamıyorum.” dedi Maya. “Burada ne işim var bilmiyorum. Mutlaka bir yanlışlık olmalı.”

Göğsünün içinden yükselen, gür bir kahkaha attı sedirdeki adam/kadın. “Yeryüzü yanılabilir ama gökyüzü ve onun işaretleri asla! Sen O’sun ama henüz bilmiyorsun…”

Nasıl sözlerdi bunlar? Neden bahsediyordu? Maya’nın kendi hakkında bilemediği ne vardı? Korkusuna şaşkınlık da karıştı.

“Şimdi başını kaldır ve gökyüzüne bak!” diye gürledi adam/kadın. Maya başını kaldırdığında çadırın ötesini, apaçık gökyüzünü görebildiğini fark edince soluk alış verişi hızlandı. Kendi gözlerinin bunu yapabilmesi onu dehşete düşürdü. Kalp atışları göğsünü yumruklarcasına güçlendi.

“Ayın ve yıldızların konumunu görüyor musun?...” Türbanının altındaki ellerini çıkartmadan çadırın içinde gezdirdiği gözleriyle bakacağı yerlere işaret etti; “Şimdi tekrar bak etrafına.”   

Az önce gördüğü manzaranın aynısını çadırda gördü. Gökyüzündeki ay ve yıldızların konumunun çadırın duvar ve tavanına bire bir sembollerle işlenmiş olduğunu fark etti. Şaşkınlıktan nefesi kesildi. Yutkunamaz oldu.

Sedirden bir kahkaha daha yükseldi. “Gördün mü? Yeryüzü yanılabilir ama gökyüzü ve onun işaretleri asla!”

Oturduğu yerden hafifçe kıpırdanarak ellerini göğsüne sarkan türbanın altından çıkardı. Kâğıt kadar beyaz, teninden ışık saçan elleri görünce göz bebekleri irileşti Maya’nın. Beyaz yumruktan açılan işaret parmağı tavanın kenarına denk gelen sembollerden birini gösterdi. Maya, parmağın işaret ettiği yerde içe doğru sarmal olmuş bir dairenin çevresinde yedi tane ışın olan, güneşe benzeyen altın rengi bir sembol gördü.

“Şimdi göğsüne bak…”

Maya başını eğince tıpkı çadırın ötesini görebildiği gibi, üzerinden bileklerine kadar dökülen uzun beyaz elbisenin altındaki bedenini görebildiğini fark etti. Şaşkınlıkla “Nasıl olur?” diye bir cümle savruldu ağzından. Göğsünün orta yerinde aynı sembolü gördü. Hem de tıpkısı! Emin olabilmek için göz bebekleri daha da büyüdü. Ne bu kefene benzeyen kıyafeti giydiğinden, ne de göğsünde bir sembolün bulunduğundan habersizdi.

“İşte o yıldız sensin!” “Tam zamanında geldin, anlıyor musun?”

“Ne diyeceğimi bilmiyorum. Neler oluyor anlamıyorum.” diye titreyen, cılız sesli bir cümle mırıldandı Maya.

Sedirdeki adam/kadın yavaş hareketlerle kalkıp doğrulurken “Altın içme zamanın geldi!” diye gürledi. Sedirden inince eğildi. Sedirin altına kolunu uzatıp, eskimiş toprak bir kazan çıkardı. Kazanın içinden büyükçe bir tahta kepçe ve odun parçaları çıkardı. Odunları Maya’yla sedir arasındaki bir yere daire şeklinde üst üste yerleştirdi. Elinin tekini tekrar göğsüne soktu ve o bembeyaz eli meşale gibi yanan bir kor halinde geri çıkardı. Çıkardığı anda Maya aniden irkilip, istemsizce ‘hihh’ diye bir ses çıkardı. Adam/kadın kor olup parlayan elini odunlara değdirdi. Değdirir değdirmez odunlar tutuşmaya başladılar. Hiç duman çıkarmayan, kokusu, alevi olmayan parlak bir ateş yandıkça Maya’nın boğazı düğümlendi, nefesini tuttu.

Göz alıcı kristal yalımlarla kokusuz, dumansız ışıl ışıl parlayarak yanan odunların üzerine toprak kazanı yerleştirdi. Ardından başını geriye doğru atıp, ağzını açtı. Tek elinin tüm parmaklarını havaya doğru açık ağzının içine soktu. Eliyle bir şeyler tuttuğu belliydi. Sonra o tuttuğu şeyi çekmeye başladı. Çektikçe altın renkli bir kumaş ağzından dışarıya çıkıyor, çektikçe uzuyor, uzadıkça uzamaya devam ediyordu. Kumaş altın iplikçiklerden dokunmuş, üzeri dokurken kabartılmış sembollerle doluydu. Bir süre daha çıkarmaya devam etti. Büyük bir kucak dolusu olana kadar çıkardı. Maya’nın son sınırına kadar açılmış gözlerinin önünde kucakladığı tüm kumaşı kazanın içine attı. Tahta kepçeyle altın kumaşı eriterek karıştırmaya başladı. Kumaşın tamamen eridiğini anlayıncaya kadar karıştırmaya devam etti. Altın tamamen sıvılaşınca, başını kazandan kaldırıp keskin gözlerini Maya’nın gözlerinin içine doğrulttu. “Gel bakalım, iç şimdi.” dedi.

Hipnotize eden bakışların altında Maya, nasıl bir yazgının içinde olduğunu bilemeden, ayaklarının hükümsüzce ilerlediğini fark etti. Kazana doğru usulca yaklaşan çıplak ayaklarına baktı ve onlara engel olamayacağını anladı. Beyaz ellerin kepçeyi kendi ellerine tutuşturduğunu ve ellerinin kendiliğinden kepçeyi sıkıca kavradığını gördü. Bedenine hükmedemiyor, sadece seyirci kalıyordu. Korkudan avazı çıktığı kadar bağırıyor ama ne ağzı açılıyor, ne de sesi çıkıyordu. Hiçbir şekilde bedenine hükmedemeyeceğini anladı ve kendini çaresizce seyretmeye devam etti.

Maya başını geriye doğru atıp ağzını kocaman açtı. Kepçeye doldurduğu sıvı altını boğazından aşağıya döktü. Kepçe kepçe altını sanki kıtlıktan çıkmış gibi iştahla, doldura doldura içti, ta ki son damlasına kadar. O içtikçe karşısındaki adam/kadının gözleri peçesinin üstünden kendisini takip ediyor, Maya yutkundukça daha da çok ışıklanıyordu. Gözlerin parladığını gördükçe dehşet duyuyordu ama kendine engel olamadan içmeye devam etti. Tamamını içip bitirince, onun “Aradığın şey en son bakacağın yerde!” diye yankılı sesiyle gürlediğini işitti.

İçtiği altın adeta midesini yere kadar sarkıtıyormuş gibi ağrıtıyordu. Sanki tüm dünyayı yutmuş gibi bir ağırlık hissediyor, kusma ihtiyacı duyuyordu. Aniden midesindeki ağırlığın kıpırdamaya başladığını hissetti. Sanki canlı bir varlık varmış gibi vücudunun içinde hareketlenmeler oluyordu. Eğilip midesine baktığında göbeğinden yayılan hareketlerle üzerindeki beyaz elbisenin dalgalandığını görüp telaşlandı. Kıpırdanmalar çoğaldı. Elbise daha şiddetli titremeye başladı. O kadar ivmelendi ki etek uçları rüzgârda gibi sallanıyordu. Hareket midesinden taşacak gibi yukarıya doğru yükselmeye başladı. İçindeki hareket her neyse, yemek borusuna doğru ilerlediğini hissedebiliyordu. İlerleme hızlanınca kendiliğinden fışkıracak bir kusmanın geldiğini anladı. Basınç boğazına kadar yükselince istemsizce ağzını açtı.

Ağzından ilkin ince uzun bir gaga çıktı. Gözlerinin hemen önünde çıkan şeyin oynayan başını görebiliyordu. Gagası ve başı altın renginde bir kuşa benziyordu. Boğazından yukarıya doğru öğürerek onu ittirmeye çalıştı. Kıpırdanan kuş boğaz yolundan sıyrılınca, ağzından dışarıya çırpınarak kurtardı kendini. Kuşun tüm bedeni altındandı. Maya’nın midesi giderek hafifliyordu ama daha bitmediğini hissediyordu. Dehşet içinde kilitlenmiş bakışlarının arasında kuş silkelenerek çırpınıp dudaklarının arasından upuzun, yaklaşık bir metreye varan uzunluktaki kuyruğunu da çekip kurtardı. Dev kanatlarını çırparak havalanıp uzun kuyruğunun olanca görkemiyle çadırın içinde bir tur döndü.

Vücudunun tamamı altından olan kuş hem çok yırtıcı, hem de çok etkileyici görünüyordu. Ürkütücü bir güzelliği vardı. İnce desenli tüyleri çadırın içindeki ışıkta büyüleyerek parlıyorlardı. Havadaki turunu tamamlayınca karşısındaki peçeli adam/kadının omzuna kondu. Adam/kadının gözleri başarılı bir doğum seyretmiş gibi mutlu görünüyordu. Omzundaki kuşa coşkulu bir sevinçle bakıyordu. Kuş, kanatlarından başlayarak tüm bedenini baştan aşağıya titretti ve silkelenmesi bitince sakince durdu. İlkin Maya’nın gözlerinin içine baktı. Kuşun konuşuyormuş gibi akıllı bakışlarından ürktü Maya. Derin bakışlarını Maya’nın gözlerinden kopardıktan sonra, bir kuştan beklenmeyecek kadar yavaş bir hareketle başını adam/kadının yüzüne çevirdi. Ya da Maya’ya yavaş geliyordu. Adam/kadınla kuş sevgiliye bakar gibi bir süre bakıştılar. Adam/kadın ağzını gizleyen peçeyi yüzünden indirdi. Kuş eğildi gagasını onun dudaklarına değdirdi. Kısa süren öpüşmeden sonra kuş yeniden havalanmak için dev kanatlarını açtı. Birkaç çırpınıştan sonra havalandı ve çadırın tavanından öteye geçti. İyice yükselip, adam/kadının az önce Maya’ya işaret ettiği yıldıza doğru uçtu. Uzaklaştıkça kanat çırpışları seçilmez oldu. Yıldızın ışığıyla bütünleşip gözden kayboluncaya kadar ardından baktılar. Adam/kadın kuş kaybolunca başını indirdi. Bakışlarını Maya’ya çevirerek sağır edici bir sesle gürledi;

“Aradığın şey en son bakacağın yerde!”

O sırada korku ve heyecan içinde Maya tekrar bağırmayı denedi ve çığlıkla uyandı. Yatağını sırılsıklam edercesine ter içinde kalmış, çarşafı avucunun içine koparırcasına sıkmış bir halde buldu kendini. Çığlığı Kerem de duymuş, o da derin uykusundan uyanmış, şaşkın gözlerle bakıyordu.

“Geçti…” dedi Kerem usulca. “Kötü bir rüya gördün tatlım. Sadece bir rüya…”

Maya’nın rüyadan uzaklaşıp kendine gelmesi birkaç dakikadan uzun sürdü. Nihayet puslu rüya sularından sıyrılıp, gerçeklik kıyısının sağlam zeminine basınca “Haklısın, sadece bir rüya…” diye tekrarladı.

Yay gibi gerilmiş şekilde bir süre yatağın içinde öylece oturdu. Gördüklerinin gerçek olmadığına kendini inandırması zaman aldı. Abuk subuk yaratıkların olduğu, uzadıkça saçmalaşan rüyalar da görmüştü. Ama uyanınca onların saçmalığının farkına varıp mantıklı gerçeğe sıyrılmak daha kolaydı. Bu rüyanın hayatı boyunca ilk gördüğü gibi zihninde taze kalacağını, gerçekliğe iz bırakacağından neredeyse emindi. O oturdukça Kerem uykulu gözlerini ovuşturarak ona bakıyor, nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordu. Maya onun sabah işe uykusuz gitmesini istemedi. “Haydi, uykumuzu bölmeyelim. Yarın işe gideceğiz.” diyerek tekrar yatağın içine girdi.  Derin nefes alıp verdikten sonra yastığın soğuk tarafını çevirip başını koydu. Tekrar gözlerini yummayı denedi. Gözlerini kapattığı anda kulaklarında hala aynı sesin yankılandığını duydu.

“Aradığın şey en son bakacağın yerde!”

 

BERABER ve SOLO KELİMELER

İSTER

 

İstersem böyle yazarım şiirimi

İSTERSEM BÖYLE

Ben nasıl istersem öyle yazarım.

İstersen öyle anlarsın şiirimi

İSTERSEN BÖYLE

Sen nasıl istersen öyle anlarsın.

 

29.10.2014

 

Diğer şiir örneklerim için "Şiirlerim" sayfamı ziyaret edin.

 

© 2023 by The Book Lover. Proudly created with Wix.com

  • Facebook B&W
  • Twitter B&W
  • Google+ B&W
bottom of page