YENİ BİR YAZAR KEŞFEDİN
Demet DURMUŞ
MAKALELERİM
Yerel bir gazetede yaklaşık iki sene köşe yazarlığı yaptım. Kitaplarımı yazabilmek için köşe yazarlığına son vermem gerekti. Aşağıda kaleme aldığım makalelerimden seçkilerimi bulacaksınız.

Organ Bağışı
Böylesine güzel bir dünyada sağlıklı olmanın nasıl bir özgürlük olduğunu hepimiz biliriz. Hatta “her şeyin başı sağlık” deriz, çünkü biliriz sağlık sıkıntıda olunca yaşam felç olur. Hastalandığımız da sağlığımıza kavuşmaktan başka hiçbir şeyin önemi ve önceliği yoktur. Sadece kendimiz hastalandığımızda değil, canımız kadar sevdiklerimiz hastalandığında da aynı şeyi yaşarız. Hele en değerli emanetimiz olan yavrularımıza bir şey olduğunda, iyileşene kadar zamanın nasıl zor geçtiğini anne babalar çok iyi bilir.
İstanbul Havaalanı’nda görev yaptığım dönemde, bir gün bir yolcu ile tanışıp, konuşmuştum. Oldukça yorgun görünen bir bey 9-10 yaşlarındaki hasta oğlunun İstanbul’da doktor kontrolünü yaptırmış, memleketine geri götürüyordu. Hastalığın çaresi varmış elbet ama gerekli olan şey “ilik nakli” imiş. Çocuğun lösemi yani kan kanseri olduğu anlaşıldığından bu yana başlamış ailenin çilesi. Ellerinde avuçlarında ne varsa tedaviye harcamışlar harcamasına ama konu organ bulmaya gelince iş para bulmaktan daha zor bir hal almış. Beyefendi bana “biliyor musunuz?” diye sordu. “Ülkemizde organ arayan vatandaşların aradıkları organ çoğunlukla İsrail, Yunanistan gibi ülkelerden bulunuyor” dedi. Yakın zaman önce savaştığımız Yunanistan şimdi imdadımıza koşuyor anlaşılan.
Tanık olduğum bu kısa diyalog beni derin düşündürmüştür. Ülkemizin yüksek nüfus yoğunluğuna rağmen, bağışlanan organ sayısı çok az. Bu çok büyük oranda bilinçsizlikten ve hatta yanlış bilgi alışverişinden kaynaklanıyor. Konuyu internette araştırıp, en yakın hastanede organlarımı bağışladım ve 5 dakika gibi bir sürede tüm işlemlerin tamamlanması çok şaşırtıcı ve gurur verici geldi bana.
Söz halkın bilincinden açılmışken, konu hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler için yaptığım araştırmaları paylaşmak istiyorum. Organ bağışı konusunda halkımızın çoğunlukla bilgi sahibi olmadığı hususlardan birisi bağışın nerede ve nasıl yapılacağı konusudur. Organ bağışı İl Sağlık Müdürlüğü, hastaneler ve organ nakli yapan merkezlerde yapılabilir. Silifke ilçemizde ise Silifke Hastanesi’nde bağış yapılabilir. Hastane girişinden sağdaki koridora dönünce soldaki ilk kapı “Kan Merkezi” odasında konu ile ilgilenen hemşiremiz çok kısa sürede işleminizi tamamlamaktadır. İşlem esnasında organlarınızın tamamı veya hangilerini bağışlamak istediğiniz tespit ediliyor. Sizin ve yakınınız olan iki kişinin iletişim bilgileri alınıyor. Yapmış olduğunuz bağışa istinaden tarafınıza bir kart veriliyor ve sistemde tüm hastanelerde görülebilecek bir kayıt oluşturuluyor. Bağış işleminin gerçekleşebilmesi için size verilen kart tek başına yeterli değildir. Ailenizin ya da yakınlarınızın rızası olmadan organlarınız alınamayacağından, bu kararınızı onlarla paylaşmanız gerekmektedir. Ayrıca, bağış sonrası kararınızdan vazgeçmeniz halinde, yakınlarınıza yeni kararınızı bildirmeniz ve kartı yırtıp atmanız uygulama açısından yeterli oluyor.
Bir diğer husus da, organ bağışının dinimizce uygun olup olmadığı konusudur. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, organ bağışını insanın insana yapabileceği en büyük yardım olarak tanımlamış, 06.03.1980 tarih ve 396 sayılı kararı ile organ naklinin caiz olduğunu bildirmiştir. Kur’an-ı Kerim Maide Suresi, Ayet 32 konu hakkında dinimiz açısından aydınlatıcı referans olarak gösterilmektedir.
Kafalarda beliren soru işaretlerinden birkaçı da, ölüm sonrası organın nasıl, kimler ve hangi şartlar altında alınacağı konularıdır. Bu konular hakkında şu bilinmelidir ki, bağış yalnızca hastanede gerçekleşen ölümlerde yapılabiliyor. Kişinin ölümünün tıbben kabulü durumunda, yakınlarının onayı alınarak, gerekli organlar ameliyatla alınabiliyor.
Ülkemize pek çok hizmetler vermiş ve vermeye devam eden değerli üstat Hayrettin Karaca’nın her kişiye ve koşula uyan bir sözü var. Der ki, “olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var”. Kısacası, verecek bir şeylerimiz mutlaka var. Hayatın kime ne getireceğini bilemiyoruz ama bilmemiz gereken bir gerçek var, o da hepimizin borcunun olduğu.
Sevgiler, saygılar.

Ata'nın Sırrı
Atatürk’ün imkânsız savaşlardan zaferle çıkması, yoktan bir ülke var etmesi, geleceği aydınlatan büyük reformlar yapması tam bir mucize gibi görünür. Onun bu mucizeleri gerçekleştirmesinin önemli bir sırrı var. Sebebi onun mükemmel analiz yapan bir zekâsının olması, uygun zamanda müdahale etmesini bilen bir eylem adamı oluşu, kendisini adayacak kadar vatanını ve halkını çok sevmesi gibi özellikleri olabilir ama çok önemli bir sırrı olmasa bu özellikler yeterli olmayacaktır bence. Doğru yerde tam da doğru zamanda en doğru eylemi gerçekleştirmek için koşulları tüm çıplaklığıyla görmek ve bilmek gerekir. Bilmek demek aslında her şeydir. Bilmek yoksa tüm donanımınız, zekânız, yeteneğiniz, yüreğiniz boşunadır, tıpkı yakıtı olmayan donanımlı son model bir araba gibi. Bilmek için ise tabi ki okumak gerekir.
Atatürk hayatını okuma tutkusuyla yaşamış ve hayatının her evresinde edindiği bilgileri güzel aklıyla yorumlayıp uygulamış. En kanlı cephelerde bile sanat kitapları okumayı ihmal etmemiş. Onun din bilgisi bile imam efendileri hayretlere düşürmeye yetmiş. Atatürk hayatı boyunca bilinen 3998 adet kitap okumuş. Bu şu demek; düşman Çanakkale’de saldırıya geçmeden önce o düşmanın ciğerini tanıyordu demek. Düşmanının da kendi milletinin de karakterini, yapabileceklerini, gelmişini, geçmişini biliyordu demek. Bir Osmanlı subayı iken ve padişah adına çalışırken ülkede Cumhuriyet’in kurulacağını, sınırların da misakı milli sınırları olması gerektiğini çok önceden biliyordu demek. Mason localarını kapatırken Masonların tüm karanlık geçmişlerini biliyordu demek. Büyük Taarruzda daha ötelere ilerleyebilecekken Napolyon’un hırsına kapılarak nasıl mahvolduğunu, ötelere geçip sınırı aşmak yerine geri dönüp vatan için devrimlerle meşgul olmak gerektiğini biliyordu demek. Bilgisinin sırlarının detaylarda gizli olduğu binlerce örnek bıraktı geriye. Aslında kendi mucizesinin sırrını yine kendisi açıkladı: “Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim bugün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım” İşte mucizenin sırrı budur.
Yenilgi tanımayan ve askerlik tarihinde hat savunması uygulanırken ilk kez alan savunmasını bulan başkomutan Atatürk, özellikle dünyada eşsiz dil reformu ve diğer reformlarıyla muazzam reform adamı Atatürk, geometri kitabı ve ilk Türkçe matematik terimlerini buluşuyla bilim adamı Atatürk, kutsal kitabımızı Türkçeleştirmesiyle ve Cuma hutbelerini düzenlemesiyle dinimizin anlaşılabilmesini sağlayan gerçek dindar Atatürk, yurtta barış dünyada barış ilkesini ortaya koyan hümanist Atatürk, kadınlara Avrupa’dan önce haklarını veren eşitlikçi Atatürk, her zaman şık giyinmesini iyi dans etmesini sofra ahlak ve adabını bilen beyefendi Atatürk, öz olmasa bile Anadolu’da gördüğü muhtaç çocukları evlatlık edinerek himayesine alan baba Atatürk, yürümeyen evliliklerin bitirilmesi gerektiğine boşanmasıyla örnek olmuş insan Atatürk, sadece yaşadığı yüzyılda tanınıp unutulan değil, bu yüzyılda da değeri yürekten anlaşılan büyük Atatürk’ün mucizesinin sırrı demek ki buymuş; Okumak.
Sevgiler, saygılar.

Görünmeyen Güç: Alışkanlık
Senin değişmez arkadaşınım ben. En büyük yardımcın veya en ağır yükünüm. Seni ya ilerleteceğim, ya da başarısızlığa sürükleyeceğim. Tamamen senin emrindeyim. Yaptığın işlerin yarısını bana devredebilirsin. Onları doğru ve çabucak yapabilirim. Ben kolay idare edilirim. Bana kararlı davran yeter. Bir şeyin nasıl yapılmasını istediğini anlat bana. Birkaç dersten sonra onu kendiliğimden yapayım. Bütün büyük insanların hizmetkârıyım ben; ne yazık ki bütün başarısızların da. Başarısız olanları ben başarısız yaptım. Makine değilim; hem insan zekâsı, hem de makinenin keskinliğiyle iş görsem de. Beni yararına da zararına da kullanabilirsin. Benim için fark etmez. Ben senin emrindeyim. Beni kabul eder, eğitir, sıkı tutarsan, ben de bu dünyayı ayaklarına sererim. Beni boş verirsen, ben de seni yok ederim. Kim miyim? Benim adım “Alışkanlık”. [Anonim söz- 8. Alışkanlık kitabından (Stephen R. COVEY)]
Davranışların hep aynı biçimde tekrarlanması sonucu beliren şartlanmış davranışlara “alışkanlık” denir. İnsanlar önem verdikleri davranışlarına dikkat ve zaman ayırırlar. Kimisi önem verdikleri davranışın doğruluğunu sorgular, kimisi sorgulamaz. Eğer önem verilen davranış için ayrılan zaman düzenli olursa ve istikrar korunursa bir süre sonra o davranış alışkanlığa dönüşür. Suyun mermeri oyan gücü gibi, kişinin gizli bir gücüdür alışkanlık. Mermerde oyuğu açan, her bir küçük damladır.
Madalyon gibi, alışkanlığın iki yüzü vardır. Bir karanlık, bir de aydınlık yüzü. Biri özgürlük, diğeri esaret yönüdür. Aydınlık olan yönü, hayatınızda düzenli olarak yapılması gereken şeyleri artık düşünmeden yapmanızı sağlar, zahmetten kurtarır. Bu tıpkı uçağı kaptanın otomatik pilota bağlayıp, kahvesini içmesi gibidir. Örneğin, uzun süren disiplinli çalışmalardan sonra kişi piyano çalma özgürlüğüne kavuşur. Eğer, edinilmiş alışkanlıklar kişinin yararına ise bu gerçek bir özgürlüktür. Ama ya kötü iseler ve kişi alışkanlıklarının zararının farkındaysa ve onlardan kurtulmak isterse? İşte alışkanlığın karanlık yüzü burada kendini gösterir ve kişiye kenetli olduğundan ayrılmamak için direnir. Kişinin iradesinin gücü alışkanlığın direncinden fazla ise sorun yoktur, ama ne yazık ki, irade genellikle alışkanlıktan daha güçsüzdür. Bu defa alışkanlık özgürlük değil, esaret olur.
Alışkanlığın kör edici bir yönü de vardır. İlk gördüğümüzde veya duyduğumuzda bizi hayretler içinde bırakacak şeyler, örneğin güneşin doğuşu-batışı, insanların öldürülmesi gibi olaylar zaman içinde sıradanlaşır. Zihni çevrede gelişen olaylar karşısında uyanık tutmak çoğu insan için çok zordur. Bilincini sürekli devrede tutabilecek iradeli insanların dışında, kimse alışkanlığın uyuşturucusundan sıyrılamaz.
Dünya için teknoloji neyse, insan için de alışkanlık onun gibidir diyebilirim. Teknolojinin hayatı kolaylaştırdığı doğrudur. Tabi eğer insanlık yararına kullanılıyorsa, aksi halde teknoloji hizmet ettiği dünyayı ve sistemi yok eder. Alışkanlıklar da sahibini yok edebilecek kadar güçlüdür. İnsanın da, insanlığın da elindeki gücü ne yönde kullandığına dönüp bir bakması gerekir. Hem de hiç zaman kaybetmeden. Çünkü ya kurtuluşa, ya da uçuruma doğru tam gaz gidiyordur.
Sevgiler, saygılar.

Birazcık Bilimden Zarar Gelmez
İnsanoğlu gökyüzüne baktı, yıldızları gördü. Evrenin sonu var mı diye hep merak edildi, binlerce yıl aksi kanıtlanamadığı için sonsuz olarak kabul edildi. Ta ki Hubble diye bir bilim adamının her gün baktığı teleskopuyla tesadüfen evrendeki nesnelerin sürekli birbirinden uzaklaştığını keşfine kadar. Evrenin genişlediği keşfedildiyse, bir başlangıcı da olmalıydı. Uzaydaki nesnelerin saniyede 300bin km hızla ilerleyen ışıklarının bizim teleskopumuza giren görüntüleri aslında onların geçmişteki görüntüleriydi. Yani evrende ne kadar uzağa bakarsak o kadar geçmişi görebiliyorduk. Orta doğuda ülkeler birbirini yerken, batıda bilim adamları onlarca yıl içinde yeterince uzağa bakabilen gelişmiş teleskoplar icat ettiler. Daha henüz galaksilerin bile oluşmadığı bebek evrenin puslu görüntüsüne ulaşıldı. Evrenin 13,8 milyar yıl yaşında olduğu neredeyse kesin olarak tespit edildi.
Evrenin başlangıcına "büyük patlama" adı veren cehennemlik gâvur bilim adamcıkları, bu patlamayla madalyonun iki yüzü gibi birbirine bağlı ve dokusundaki çeşitli yoğunluktaki kütleler sayesinde eğilip bükülebilen uzay-zamanın başlangıcında maddenin nasıl oluştuğunu merak ettiler.
Aynı anda mikro ölçekte de bir evren vardı. Atom altında da muazzam bir keşif alanı yatıyordu. Elektronların titreştiği bu küçücük evrende ise bambaşka yasalar işliyordu. "Çift yarık deneyi" diye adlandırılan bir deney bilim adamlarının gerçek zannettikleri zeminin ayaklarının altından kaymasına sebep oldu. Çünkü bu deney ispatlıyordu ki, madde gözlendiği zaman bir yerde gibi görünmesine karşın, gözlenmediği zaman her yerdeydi. Evet, biraz kafa karıştırıcı gibi duruyor ama bilim keşfetti ki siz ona baktığınız için ay orada duruyor. Maddenin varlığı gözlemciden etkilenerek var oluyor. Daha sonra bilim adamlarının kara delik denen aslında durdurulamaz bir çöküşe geçmiş, ölü yıldızları detaylı incelemeleri sayesinde keşfettikleri şey, evrenin bir hologram olduğu, yani her an yaratılma halinde olduğu fikrini de sağlayan bir keşif oldu bu çift yarık deneyi.
Gelgelelim, mikro ölçekteki yasalarla, makro ölçekteki yasalar birbirini tutmuyordu. Birinin formülü diğerine uygulandığında tanımsız ve saçma sonuçlar ortaya çıkıyordu. İkisi de kendi alanında kesin ve net iken, birbirinin alanına girince anlamsızlaşıyorlardı. Bir ülkeyi iki ayrı efendi yönetemeyeceği gibi, bilimin tutarlılık ilkesine ters olan bir durumdu bu. Bilim dünyasının kâbusu oldu ve ikisini birleştirebilecek bir zemin arandı.
Bu zemin çok geçmeden bulundu. Fakat doğruluğunun kanıtlanması için maliyetinin çok yüksek olduğu bir deney yapılması gerekliydi. Bilimin evrenselliği ne kadar güzel ki, içinde Türk veya başka dünya milletlerinden kızlı erkekli bilim adamlarının da çalıştığı İsviçre'deki "Cern" deneyi gerçekleştirildi. Bir defa kurulumuyla defalarca tekrarlanabilen ve her tekrarda farklı gözlemler yapılabilen bu deneyde, parçacık hızlandırıcısıyla gerçekleşen çarpışmalarda zamanın ve evrenin ortaya çıkışının ilk anındaki saniyenin en küçük anlarında maddenin oluşumu gözlendi. Hem kuantum yani atom altı fiziği, hem de makro ölçekteki fizik bu deneyle el sıkıştılar.
Madde diye bildiklerimiz yani sen, ben, gezegenler filan evrenin sadece %5’i kadarı. Karanlık madde diye görünmeyen, duyulamayan ama varlığının ipuçlarını cömertçe gösteren, akışkan bir "karanlık madde" bulundu ki o da kabaca evrenin %23’ü kadarı. Geriye kalan %72’lik kısım ise genişleyen ve nedense hızla genişlemeye devam eden evrenin neden yavaşlamadığının cevabı olan "karanlık enerji".
E=Mc2 diyerek maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüşebildiğini bize gösteren sempatik saçlı bilim adamı sayesinde, maddenin temelde enerjiden oluştuğu, tıpkı keman yayındaki titreşimlerin oluşturduğu notalar gibi her farklı titreşimin farklı maddeyi oluşturduğu da kayak cenneti İsviçre'de açıkça görüldü. Uzaktan iki boyutlu görünen bir ipin yaklaşınca çevresinde karıncanın dolandığı üçüncü bir boyutunun daha olduğu anlaşıldığı gibi, bu çok küçük ölçekteki titreşimlerin zaman boyutuyla beraber fazladan 9 boyutları daha olduğu düşünülürse, yaratıcılıkları çok geniştir. Bilim adamları onları sınıflandırarak "standart model" adını verdikleri bir tablo oluşturdular.
Tüm bunları neden anlatıyorum, her gelenin bir tuğla koyup gittiği muazzam bir bilim yapısı var ortada. Nice emek, bilgi anlaşılmadıktan sonra kendi gerçeğini bilmeyen insanoğlu için ne anlamı olabilir? Ha ben anlamazsam ne olur, bir şey olmaz. Oscar Wilde'ın dediği gibi "insanların %10'u yaşıyor, gerisi sadece varlar". Sadece var olmuş olurum o kadar.
Üşenmeden sonuna kadar okuyan değerli okur arkadaşlarım, eğer bu konular sizin de ilginizi çektiyse Tübitak'ın çok güzel yayınları var. Bir de çok güzel belgeseller var. Onları tavsiye ederim. İşin içine girdikçe kavramlar çoğalıyor, bozon, mezon, kuark filan gibi bir dolu kavram uçuşuyor ama işin özü aşağı yukarı kabaca anlatmaya çalıştığım gibi. Bilgi paylaştıkça çoğalır, tıpkı sevgi gibi.
Sevgiler, saygılar.